Cuma, Şubat 26

Zakopane!

Bu hafta o kadar hızlı geçti ki ne olup bitti anlayamadım bile.. Erasmus maceramın bitmesine günler sayılacak kadar az kalmasından mıdır nedir günler normalden daha hızlı geçmeye başladı. Laboratuvar da ise ilklerimi yaşıyorum. İlk defa analizlerini yaptığım yeni metodları öğrendim. Performansımın tam da zirve yaptığı zamanda dönüyorum. :( Valizi toplamak için daha erken önümde koskoca bir ayım var. Veda konuşması için bi ton zaman var. Önemli olan en verimli şekilde değerlendirip heybemi doldurmaya bakmak. 
Hafta sonuna girerken en güzel haber aldığım dersten 3,5/5 la geçmem. Bu kadar bile beklemiyordum. Çok sevindim.Başka güzel haber yok sanırım. :)
Geçen haftada ise; kültürel faaliyet olarak İdil Biret'i dinlemeye gittim. Haftalar öncesinden o günü bekliyordum. Filharmoninin takvimin de görünce inanamamıştım. Krakow da İdil Biret! waooowww, gelir de gidilmez mi! Cuma günü ertesi gün için bilet almaya gittim ama ilk defa Cumartesi biletleri tükenmiş. Mecburen sadece o gün için kalan biletden almak zorunda kaldım. Ders çıkış aç karna bir anda kendimi konser salonunda buluverdim. İdil Biret'in performansını yaklaşık 1 saat ilk sıradan dinlemek güzeldi. Senfonik konser olunca yalın piyanoyu pek fazla duyamadık. Ama güzel ve gurur verici bir tabloydu. Bir Türk olarak onore oldum.
Takip eden hafta sonunda ise Krakow'un yakınındaki turizm merkezi Zakopaneye gittik. Oda arkadaşım Elwira, Taiwanlı arkadaşım Shannon ve Ben. Ne kadar international bir ekip! Shannon'un ertesi günü temelli memlekete dönmesi nedeniyle o gün daha bir anlamlıydı. En önemlisi de Shannon'ın çok istediği karda kızakla kayma aktivitesini gerçekleştirebildik. Lehçe de yabuşka! (orginal yazılışını öğrenmeliyim). Bildiğimiz leğeni daha portatif ve saplı halini üretmşler denebilir. 5 zl ye satılıyor. Kiralanmıyor. (Gezmediğimiz kayak dükkanı kalmadı). Kızak da kiralanmıyor üstelik. Sadece satılık!.. Alsan da nereye koyacaksın, saklayacaksın... Almadık, Shannon'in de kursağında kaldı kayamadan dönecek memleketine diye üzülürken Türk zekası konuştu. :))) Türkiye dışında gördüğüm pistlerde hiç rastlamadım poşetle kaymayı. :)) Yurt dışında ekipmanı ile gerçekleştiriyorlar. Poşetlerle kaymayı kaldırmışlar ya da bilmiyorlar. Oysa ne gerek var Yabuşkaya!. Çıkartın poşetleri tepeden aşağıya hopppppppppppp! :))) İlk gösteren ve deneyen ben, güzelce bir reklamla kahkahalar eşliğin de kaydım. Ardı ardına kikirdeşerek kaydık. Pistte çocuğunu kaydıran Polish anne bizi görünce burası çocuklar için uyarı yaptı (kibarca kovmaya çalıştı) ama biz dinlemedik bile... :)) Çok güldük, çok eğlendik. Bizim oralarda biz böyle kayarız demeden kendimi alamadım.. :) Günün sonunda kaymaktan totomuz ağrısa da günü herkes mutlu kapattı. Shannon da Türk işi yabuşkayla kaydı ve içi rahat bir şekilde döndü yurduna.. :)) 
Hafta içinde ise önemli bir adım atarak Fulbright'a doktora için başvurmaya kararını verdim. Amma velakin mülakatı korkutuyor. Sonrasında ise girmem gereken bir sürü sınav. Her şeyden öte başvurusu öldürüyor adamı. Bu kadar detayı tahmin etmezdim. Yazınızla başlayan ve ardı arkası tükenmeyen bir sürü kutucuğu doldur doldurabilirsen. Bir noktadan sonra cümleler tekrar etmeye başlıyor. Orijinal cümle kurmakta zorlanıyorum. Yazmam gereken iki kompozisyon da cabası. Geçmişten günümüze bakış, gelecek planları ve şu anki bulunduğum noktadan çizeceğim tablo üzerine. Bir bilsem nasıl bir tablo istediğimi.. :) Velhasıl her an bıkabilir ve cayabilirim. Yehovacılardan ise bıktım bile! Pes etmiyorum ama gereksiz bir girdaptan kurtulmak istiyorum. Bu hafta yine kapımdaydı Beti. Pazar günü toplantılarına davet etti. Türkçe yayınları toplamış gelmiş tutuşturdu elime. Son kez gidip, konuşup daha fazla irtibat kurmak istemediğimi dile getireceğim. Umarım son konuşmamız ve birbirimizi son görüşümüz olur. Şimdilik böyle...
Zakopane fotoğraflarına buyurun;
Bindiğim en büyük ve hızlı liftti.7 sandalyeli ve pencere korumalı!
Zirveden Zakopane ve Tatra dağları!
;) Bu atlayış için çok uğraştık... 
Shannon bu pozuna bayıldım.. :))) hala gülüyorum...
İniş hızlı geçti, manzaranın keyfini uzun sürmek isterdik!

Kubiğe binemedik.. Pahalı olmasaydı! :(
Her yerde peynirleri... Hijyeniteden uzak olunca denemek istemedik..
uyyyy... pek şirinlerdi..
Geleneksel pazarın görünümü.
Yaşasın Zapiekanka!. Ucuz ve doyurucu bir yöntem..
Tatlısız olmaz. Waffle ve cappucino! ımmhhh
Ne zamandır niyetliydim ama kullanmaya cesaret edememiştim bu şapkalara. Artık benimde kocaman bir tilki şapkam var... :))) Kafam normalde biraz büyük, bu şapkayla daha da büyük oluyor. Ama çok güzel ısıtıyor.. 

Perşembe, Şubat 18

Kuzeyin Venediği; Stokholm

Adadan adaya kanallarla, köprülerle bağlı Baltık denizine açılan İsveç'in en büyük şehri. 14 adadan oluşan başkenti ilk bakışta karışık gibi gelse de şehre alıştıktan sonra ne kadar planlı olduğunu anlıyorsunuz. Adalar şehirle bütünleşmiş, adadan adaya geçerken bile adadaymış gibi hissedilmiyor. Tarihiyle, müzeleriyle, romantik atmosferiyle, yeşilliğiyle yaşanılası bir yer.
İskandinav ülkelerine ilk ziyaretimdi. Dolu dolu 4 gün 3 gece geçirdim. Hedeflediğim her yere gittim. Oldukça memnun ve herşeyiyle değen bir gezi oldu. Cuma günü; Krakow'dan berbat bir hava ile havalimanın yolunu tuttuk. Uçuşa 2 saat var ama nasıl bir kar yağışı, uçak kalkmaz, kalırız, yatar tüm plan diye kara haberleri çağıra çağıra gittik. Uçağı beklerken havanın durulması ve en ufak bir iptal anonsu duymadan uçağa atlamamız sevindiriciydi. Malum Avrupa uçuşlarında en uygun Ryanair ve Wizzair. Aynı fiyat olmasına rağmen uzun kalmak için Ryanairi seçtik. Bilet ücreti olarak toplamda 120 zl (30€) ödedik.Çok komik bir fiyata uçtuk. Uçuş iyiydi ama uçak havalanırken tavandan bir anda yolcuların üstüne suların damlaması (boşalması daha doğrusu) şok etkisi yarattı. "Ucuz et mundar olur" işte budur. Şanslı insanlardık ki üstümüze su boşalmayan koltuk seçmişiz. ;) Uçakta İtalyan diğer Erasmus öğrencileriyle karşılaştık. Habersiz aynı hosteli tercih etmemizde ayrı komik bir olaydı. Şehrin açık ara farkla en ucuz hosteli :))) Nerde ucuz seyahat biz oradayız... Havalimanından 15€ ya şehre gidiş dönüş biletini aldık. Yaklaşık 1 saat sonra Centralen'deydik. İlk günü hostele geç girelim vakit kaybetmeden gezelim diyerekten şehrin en eski yerleşim yeri olan Gamla Stan adasına gittik. Kraliyet sarayını, Riddarholm kilisesini, Old Town'u, Parlamento binasını gezdikten ara sokakların tadını çıkarttık. Şehrin yayalara açık neredeyse tamamına minik taşlardan serpilmiş kaymayı önlemek için, o halde bile 2 kez düşmeyi başardım. Taşlar işe yarıyor sorun bende :) tuzun yerine iyi bir alternatif.. :) Havanın kararmasıula birlikte hosteli aramaya koyulduk. Şeçtiğim hostel şehrin merkezinde, alışveriş mağazalarının bulunduğu Drottninggatan caddesi üstünde Hostel By Nordic. Kaldığım hostellerin içinde en temiz ve güzel olanıydı. Yalnız bodrum katta olduğu için pencere yok, havalandırması güzel çalışıyor ama mutfakta yasak olmasına rağmen soslu pişen yemek odadan sabaha kadar kokusu çıkmıyor. Üstelik geceliği 9,72€ ve çay-kahve sınırsız bedava... :)) 
Stokholm'de sabah 8.30 gibi hava aydınlanıyor, akşamda 4 gibi kararıyordu. Sabah 9 da başladık şehri keşfetmeye. İlk durak City Hall denen belediye binası, aynı zamanda Nobel seramonisinin yapıldığı yer. Burada rehberli tura katıldık ve ilk defa Türkçe broşürü burada gördük. Meşhur mavi salonu ve altın salonu  ziyaret edip fotoğrafladıktan sonra sıcağı sıcağına Nobel müzesine geçtik. Müze Old Town da Rynek'e açıldığı için meydanda kendimizi bir dizi dans etkinliğinin ortasında bulduk. Her yaştan çocuğun oluşturduğu dans okulunun gösterisiydi, farkında olmadan iki saatimizi geçirmişiz.
Nobel müzesinde ise nobelin tarihi ve Alfred Nobelin hayatı, icatları yer alıyor. Nobel'le bu kadar içli dışlı olunca neden bir gün bende Nobel ödülü almayayım ki dedim. :))) Ordan Globen'e Ericson kulesine ya da topunu görmeye gittik. 130 metre yükseklikten şehri izleme deneyimini tadalım dedik. Rezervasyon gerektiği için maalesef o gün çıkamadık. Ertesi günü 9:30'a rezarvasyon yaptırdık.(120 sek yaklaşık 12€).  Kuleye çıkamadık madem yeni bir müze görelim diyerek Müzik müzesine gittik. Bu arada Stokholm tam anlamıyla müze cenneti. Müze rehberine göre şehir merkezinde 100 tane müze varmış. :)  Gez gez bitmez.
Müzik müzesi ise tarihi kraliyet fırın binasında bulunan son derece tarihi mistik bir yer. Sergilenen çoğu müzik aletlerini de ziyaretçilerin çalmalarına izin vermeleri ise ayrı bir güzellik. Neredeyse tüm enstrümanlara el atıp, çaldık, eğlendik güzel vakit geçirdik.
Son günümüzde ise; Skyview'i denemeye gittik. Havanın sisli olması hayal kırıklılığı yarattı. 130 metre yükseklikten  tüm şehir görülebilirken biz sadece 3 blok ilerisini görebildik. Teknolojik ve güzel organize edilen bir yapı hayran kalarak ayrıldık. Oradan Skansen'e geçtik. Burası her yıl 1,3 milyon kişinin ziyaret ettiği, İsveçin eski köy hayatının bire bir yaşandığı, içerisinde hayvanat bahçesinden, akvaryuma, çocuk sirklerinden piknik alanlarına kadar kocaman bir açık hava müzesi. Kış nedeniyle bazı bölümler kaplıydı. Beyazlar içinde Skansen bu kadar güzelse baharını düşünemiyorum.
Bir sonraki durak Aquaria. Çok büyük olmasa da şirin bir müze, çok fazla çeşit yoktu ama güzel dizayn edilmiş. İsveçliler müzeciliği biliyor. Bir sonraki durak Vasa müzesi. Kesinlikle Stokholme gidip de görülesi yerlerin başında gelmeli. 17. yy dan kalma tarihi Vasa savaş gemi batığı tüm ihtişamıyla, tüm detaylarıyla sergileniyor. Müze olarak ayrı bir güzel planlanmış. Bir batık gemizden bu kadar çok malzeme bu kadar çok konu nasıl çıkmış hayret ediyor insan.  Gemi tayfasının iskeletlerine kadar herşey vardı. Çok çok beğendim.
Bir sonraki müze durağımız Junibacken çocuk müzesi. Kapanmasına 40 dakika kalmasına rağmen gişe kapandığı için içeriye ücretsiz girdik ama çoğu bölüm kapanmış bulduk. Bir kaç bölümü görüp oynayan çocukları izledik. Peynirci, fırıncı, bakkal vs dükkanlarda oynayan çocukları sevdim biraz oynamak istedim ama dilde anlaşamadık. Ebeveynleri kızmadan fotoğraflarını çektim. Hepsi ayrı bir güzellikteydi.
İsveç de çocuklara babalar bakıyor. Müze de annelerden çok babalar vardı. Şehirde de aynı manzara. Pusetleri, çocuk arabalarını taşıyan, bebekleri besleyen hep babalar. Sevindirici bir tablo... :)
Son durak olarak Ikea'ya gitme planı yapmıştık ama son anda gitmekten vazgeçtim. Her yerde aynı ürün ve aynı katalog olduğu için boşuna yormayalım kendimizi dedim, müzeler bölgesinden yürüyerek marinaların keyfini çıkartarak, gün batımını fotoğraflayarak, Baltık denizine veda ederek hostele döndük. Pazartesi 7.10 uçağıyla Krakow'a sorunsuz geri döndük.
İsveçi sevdim yaşanılası kentlerden, baharda yada yazın mutlaka tekrar ziyaret etmeli. Kuzey rüzgarlarının bu kadar sert olduğu bir havada manzaranın tadı tam çıkmıyor. Sisli ve karlı Stokholmü yeşilliği ve güneşi ile görmeyi arzuluyorum..
Kraliyet Sarayı
Riddarholm Church
City Hall meşhur Mavi salon. Mimar tuğlaların rengini sıvayla kapatmak istememiş adı Mavi olarak kalmış. Nobel ödülleri bu salonda veriliyor.
 
Altın salondan, duvardaki Türk bayrağı ve göğsü açık dansöz kız dikkatimizi çekti...
Bu resmi gördükten sonra Türk yoğurdunu almaktan vazgeçebilirim.. :)
City Hall'a Gamla Stan'dan bakış..
Rynek, Old Town
;)
Ola ki bir gün alırsam; Nobel Fizyoloji veya Tıp alanındaki ödülü
Abba köşesi, Müzik müzesinden
Asansöre binmeden önce 120 derecelik ekranda bilgilendirici kısa film gösterisi
;))
Skansendeki evlerden birinin mutfağı..
Ahşap kayak takımı ;)
Skansenden
Aquariadan
Köpek balıklarını çekemedim çok hareketliydiler ve akvaryumu çok kalabalıktı, mercanları ve melekleri çekmekle yetindim....
Ve işte Vasa!
Nordic Müzesi; İsveç kültürü üzerine kurulmuş, girmedik..
Junibacken dan fırıncı kız!
Güneşin battığı  noktaya aynı zamanda kayak merkezinin ışıkları vuruyor...
Soldan, Nordic, Vasa ve Aquaria müzeleri..

Perşembe, Şubat 11

Yorgunum, hastayım..

Geçen haftayı dolu dolu okulda çalışarak geçirdim. Hafta sonunda; Cumartesi günü, bisiklet kiralayıp gezmek istedim, her zaman uğradığım spor mağazası kar nedeniyle kaldırmışlar tüm bisikletleri, Mart da gel dedi. İyi dedim biraz yürüyüş yaptım. Ordan Türk arkadaşları ziyarete Piast'a geçtim. Ordan çok geç olmadan yurda döndüm. Akşam yemeği için Taiwanlı arkadaşımı (Shennen) yemeğe davet ettim. Birlikte kuru fasulye ve pilav pişirip yedik. Pek sevdi fasulenin sosunu. Yoğurtla ilk kez akşam yemeği yemiş, çok enteresan geldi ama sevdi lezzetlerimizi. Bense onun lezzetlerini yiyemiyorum bile.. :) sadece "Starch ball" denen bir çikolatalı içecekleri var onu sevdim. Onun da nişasta tadı içtikten sonra ağızdan gitmiyor, kötü bir his bırakıyor, damak tadımı değiştirsin diye ekstra şeyler yedim üstüne, diğer başka ilginç yemeği, yosunlu çorba. ıııığğğğğğ. Sanki deniz suyunu almış koymuş ateşe, aynı koku, birde çılbır gibi kırmış yumurtaları suya.. yüzüp duruyorlar içinde. Kokusunu alınca tatmaya gerek kalmadı. Biraz ayıp ettim, normalde de yumurta yemeyen bir insan olduğum için sıyrılması kolay oldu. Vejeteryanım dedim ama sadece balık yiyebiliyorum dedim. (Balık yediğimi söylemekteki amacım konuyu kapatmaktı ama!) Çıkarttı geldi balık cipsini.. :)))) O kadar küçük minicik balıkları kurutmuşlar cips yapmışlar. 1 cm'lik balığın tüm detayları belli çiğ gibi duruyor. Onu da tatmaya cesaret edemedim reddetmek zorunda kaldım. Çok kötü bir misafirim :))) Farklı tatlara açık bir insanım ama sanırım uzak doğunun tatlarına pek değil..
Neyse Pazara gelelim.. Öğlen için Yehovacılara söz vermiştim. Toplantılarına katılacağım diye. 12.40 diye anlamıştım tel de 12.14 müş. Beti gene kapımda ben hala hazır değilim. Hemen acele bir şeyler geçirdim çıktım. Beni arabayla almaya gelmişler. Gittik Yehova evine. Herkes pek güler yüzlü ve de sıcak. Mükemmel insan tablosu çizmeye çalışıyorlar. Son derece iyi hazırlanmış gelmişler, gerek konuşmacılar gerekse dinleyiciler. Ellerinde o hafta işlenecek konunun bülteni var daha önceden okuyup sindiriyorlar ve sorularına çalışıyorlar. Brother Jakup, sister Anna diyerek söz veriliyor ve başlıyorlar konuşmaya. Sistematik ve disiplinli bir toplantıydı. Baştan aşağıya herkesin İngilizce konuşması hoşuma gitti. Uluslararası bir gruptu. Her milletten insan vardı. Adını ilk defa duyduğum ülkeden olanlar bile vardı. Hiç bu kadar zenciyi bir arada görmemiştim. Bir an içimden Krakow'da mıyım dedim. Toplantı sonrası yine yurduma bıraktılar. Kafamda soracağım çok şey var. Müsait bir zamanda toparlamayı düşünüyorum. 
Akşam için ise; birlikte Interrail yaptığımız grubu akşam oturmasına davet etmiştim. Türkiye'ye dönmeden son buluşmamız diyerek ten. Sunum için; salata ve ekmek üstü peynir hazırladım. Biraz basit oldu ama doyurucuydu. O günde benim halim pek yoktu, kolumu kaldıracak gücü zor buldum, onlar gelene kadar odayı temizleyebildim. Neyse misafirlerim geldi; güzel, eğlenceli bir akşam geçirdik. Erkenden kalktılar. Aklıma bir anda Çalıkuşu'nu izlemek geldi. En sevdiğim versiyonu Osman Sedenin elinden Aydan Şenerli Çalıkuşu... Ardı ardına bütün bölümleri o gece izledim. Ağlamaktan gözlerim şişti. Ne kadar çok izlesemde bıkmayacağım klasiklerimden. Her izleyişte göz yaşlarımı tutamıyorum... Çok çok güzeldi. Ertesi günü ise uyanamadım. Kalktığımda boğazım şişmiş vaziyetteydim. Okula gittim mecburen sonrasında Dr.Koziel halimi görünce dinlenmem için izin verdi, bende dinlenmek yerine Kazimerz'e arkadaşlarla Zapiekanka yemeğe gittim. O gün sokakta biraz daha üşütmüşüm. Ertesi günü daha kötü bir haldeyim. Bu kez durum nezleye çevrilmiş halde. İki gündür yatay döşek vaziyette kendime gelmeye çalışıyordum. İki gün boyunca canım hiç birşey yapmak istemedi. Tam bir depresyon durumuydu. Ekmek ve ilaç almak için dışarı çıktığımda insanlar bir garip geldi. Sanki ilk defa gelmiş gibiydim Krakow'a. Garip bir gündü, şehrin görmediğim- farketmediğim bir sürü olumsuzlukları gözüme battı. Hasta hasta dışarı çıkmamak lazımmış. Yoğun ilaç ve günlük 20 saatlik uykuya bu sabah iyi uyandım. Günlerdir bakımsız kalan hücrelerim için endişelendim. Sırf onları kontrol etmeye okula gittim. Çalışmak gibi bir niyetim yoktu. En fazla besiyerini değiştirir dönerim dedim. Maalesef Dr.Koziel beni ayakta görür görmez halimi, hatırımı, planımı sormadan 5 dakika bir plan çıkarıverdi. 5 dakikada yapmamı istediği analizi öğle sonrası 3 de başladım ve akşam 9 da anca bitirebildim. 20 saat uyumasam hayatta analizi tamamlayacak gücü bulamazdım. Üstüne haftaya raporunu da istiyor. Haftalar öncesinden yarın ve haftasonu için Stokholm planı yapmıştım. Rapor işi olmasaydı daha keyfili olurdu. Olsun dönünce bir gün içinde toparlarım diyorum, umarım dediğim gibi olur. Şimdi Stokholm için hazırlanma zamanı. Hayal ettiğim ve planladığım gibi bir gezi olamasını umut ediyorum. Umarım sağ salim, sorunsuz dönerim ve sonrasında da  arşivleme imkanı bulurum.

Perşembe, Şubat 4

Tempo, tempo!

Efendim, bir önceki deli gibi koşuşturmaca konusu hala devam etmekte. Pazartesi 13 saat süren deneyimin sonuçlarını analiz edince anlaşıldı ki yeni bir denemeye daha ihtiyaç var. Bu kez şanslı gün Perşembe oldu. Çarşambadan hazırlığımı yapmıştım (Ekim için akşam 9:00'da okuldaydım ki; tırsmadım değil! O saat de kimsecikler yoktu, otobüs bulup yurduma dönebildiğime sevindim, hava -18 di bu arada) güya erken uyuyacaktım ama olmadı, 5 saatlik uykuyla sabahın 6:30 unda yoldaydım. 7:00 başlayan analizim akşam 9:30 da (gece demek daha doğru aslında akşam 5:10 da kararıyor çünkü!) bitti. Persembe gun ki olagan ustu 15 saatlik performansim nevrimi dondurmeye yetti. Cumayi kendime tatil ilan etmistim. Vucudum alismisti halbuki erken kalkmaya; o gun saatsiz sabahin erken saatlerinde uyandim. Tekrar uyudum ki  zorla; hataymis!. Bir turlu uyanip kendime gelemedim. Tum gunde tembellik ederek gecti zaten. Bahanem de haftasonu caliscagim sozuydu. 
Haftada iki gun yogun temponun ardindan yaptigim tum analizleri toparlamak icin haftasonunu secmistim. Maalesef dogru zaman degilmis. Raporu bitirmek ugruna kendime disari yasagi uygulamama ragmen rapora baslamam pazar gecesini buldu. :)) Kos koca Cumartesiyi nasil oldurdum sastim kaldim. O gun beynimi ne kadar gerekli gereksiz bilgi varsa doldurdum; Iki film izledim, gelecekte sirketim uzerine yeni fikirler pesinde netde kosturdum. Hayallerime hayaller ekledim. Doktora yapmakla yapmamak, Uluslararasi staja basvurup vurmamak arasinda gidip geldim. Hicbirine net bir karar da veremedim.
Pazar gunu ise havanin kar yagisli olmasindan dolayi vede rapor bahanesiyle gene oturdum yurtta. Markete ciktim bir tek; ekmek ve su icin, o kadar. Geri kalan zamani gene bir film izledim. Raporu yazmamak adina kendime bahaneler uretip durdum. Nihayet geceye dogru rapora baslayabildim. Sabah erken kalkip devam ederim diyerek gene siyrildim. Velhasil raporu bitiremedim sadece sonuclari kaba taslak analiz edip grafige doktum ama pek de icime sindiremedim. Pazartesi lab toplantisi icin yola koyuldum. Lab toplantisana da gecikmeli olarak katildim (gidisat kotu!), sonuclarimi tartistik ve yeni bir denemeye ihtiyac olduguna karar verdik. (Sayet raporu yazsaydim belki de bu hafta benim oalcakti. :( ) Simdi ucuncu kez ayni senaryoyu oynuyorum.Sansli gun yine Persembe. Dun gece 9:00 da basladim denemeye, bu sabah saat 6:30 yollardaydim, simdide calisma saatimin 11. saatine giriyorum. Daha 3 saat daha isim var. Bu aradaki boslugu da yazarak degerlendiriyorum. (Keske her dakikami bereketli kulanabilsem!) Sabah uykusuzluktan geberiyordum. Arada kalan 1 saatlik boslukta seminer salonunda uyudum, ruya bile gordum. (Ruyamda da beni labdan kovuyorlardi!, anlasildigi uzere, pek de huzurlu bir uyku degildi!)
Kafamda bin bir turlu fikir dolasiyor, bir karara varmanin zamani geldi geciyor. "En kotu karar kararsizliktan iyidir" (Montesguieu)  En kotu karar da olsa adimi atabilmek. Ben kendimi cesur zannederdim ama soz konusu gelecegim olunca cok korkagim!