Cuma, Aralık 31

Yeni yıla, yeni hayallere...

2010'a dair yazacak güzel bir cümlem yok. En berbat yılı, en kötü dönemi, en belirsiz hali, en feci olayları yaşadım. Olumsuz tüm "en"lere sahip bu yıl.
Öyle ki çok severek açtığım ve yazdığım bu blogumu bile sahipsiz, yazısız, ilgisiz bıraktım. İçimden aylarca yazmak gelmedi. Oysa ne olaylar oldu, ne malzemeler birikti!
2010 da neler yaptığıma gelince; uzun bir işsizlik döneminin getirdiği depresyonla mücadele ettim ki bu dört ayıma mal oldu. Sonrası alakasız bir işe girdim. İki ay çalıştım, apayrı bir sektörde yeni bir meslek öğrendim, bu tecrübe sayesinde piyasayı - insanları tanıdım, ticaretin ne demek olduğunu anladım.

Şimdiler de kendime yeni bir yol haritası çizmeye çalışıyorum. Hedeflerimi şu anki şartlarda gerçekleştiremeyeceğimi anladım ve o yüzden eskimiş sayıyorum. Yeni hedeflerin, yeni umutların peşindeyim. 
Yıllardır ikilem içerisindeydim. Ya özel sektörde çalışmaya başlayacak ve sonra kendi işimi kuracaktım, ya da akademik kariyer yapacaktım. 
Şansımı ilkinden yana kullanmak istedim, her zaman kendi işimin patronu olma hayaliyle büyüdüm, büyütüldüm. 
Mezuniyet sonrası yaşadığım işsizlik kaosunda, orta düzey işi bile alamadım (Yanlış dönemde mezun olmatan mı kaynaklı, yoksa benden mi?). 
İkincisin de ise gönlümde her zaman olan akademik kariyer, bilim aşkı. Geçen yıllara baktıkça da hep bilimsel çalıştığımı ve en iyi bilimsel alanda birikimimin olduğunu gördüm. (Bilimsel alanda kazanılan birikimin özel sektöre sağlayacağı katkının bir adım önde olacağına inandım, metodolojinin çok iyi bilinmesi, neden-sonuç ilişkisini yorumlama kabiliyeti, etik çalışmanın önemi ile elde edilen becerilerin her alanda kullanılabileceğini savundum. Maalesef Türk firmaları buna değer vermiyor)
Çok değişik alanlarda çalışan arkadaşlarımla, akademiden abilerimle, ablalarımla bu konuyu derinlemesine tartıştık. Onlarla da hemfikiriz. Benim için en iyisinin bu olacağını düşünüyorum(z). Kendimi tamamiyle bilime adamak. İşte ben. :)

Yola koyuldum bile. Eskiyen Üds, Ales'leri yenilemeye başladım. Başvurum bahar dönemi için maalesef yetişmiyor, seneye kalması üzücü oldu. Ösym'nin takvim değişikliği fena vurdu. Şimdiye kadar Üds, Ales puanlarım elimde olması gerekiyordu. Nasip böyleymiş deyip sabrediyoruz.
Çok istediğim bir kaç burs var. Çok çok önemliler, hayatımı değiştirebilecek, hayallerimi gerçekleştirebilecek kadar ciddi. Elimden gelenin en iyisini yapmalıyım.
Hedeflerim çok yüksek bu boşluğumu iyi değerlendirmeli ve çok çalışmalıyım. Yeni yılda zamanımın tamamını doldurma niyetindeyim. Uzun süren sessizliğimin ardından güzel bir başlangıç istiyorum. 
Kosgeb'in girişimcilik eğitimine başvuruyorum. Düşündüğüm bir ev projem var, onun ön çalışmalarına başladım, yakında yayınlamayı planlıyorum.  Projemi geliştirmeyi ve büyütmeyi istiyorum. Vira Bismillah....

Cuma, Eylül 3

Ruh halime dair..

"Yaşamım birden durdu. Nefes alabiliyor, yemek yiyebiliyor ve uyuyabiliyordum. Ama içimde gerçek yaşam yoktu. Eğer bir şeyi istesem, onu gerçekleştirebilsem bile, bir sonuç çıkmayacağını ve asla doyuma ulaşamayacağımı biliyordum. Bir peri gelse ve her istediğimi yapacağını söylese, ne isteyeceğimi bilmiyordum."

Tolstoy

Pazartesi, Nisan 5

Erasmus rüyası bitti! Döndüm evime..

6 aylık maceram bitti, evime, annemin kucağına, babamın ocağına döndüm. Gidişim olaylı, dönüşüm daha da olaylı oldu. Krakow da son günümü sokak sokak Daniella ile gezerek, Rynekte kurulan Paskalya pazarını dolaşarak, son kez Novum binasını ziyaret ederek, yurdumun hesabını kapatarak ve valizimi toparlayarak geçti. Son derece yorucu, heyecanlı, üzgün, sevinçli bir gündü. Valizimin haddinden çokça ağır olabileceğini düşünemedim bile. Herşeyi dolduruduğumda tam tamına 37 kilo geldi. Tek bir valiz 37 kilo. Aman Allahımmmmmm... İkinci valizim ise 19 kilo. Ne var bunların içinde böyle... Boşalttım tekrar tekrar düzenledim, imkansız olacağını nihayetinde anladım. Gereksiz olanları başladım ayırmaya 17 kiloyu çıkarttım. Biletlerimi alırken 2 valizli olarak almıştım, toplamda 40 kilo hakkım vardı. El bagajımda 10 kilo. Toplamda 50 kilo; nasıl bir yolculuk olabileceği tahmin edilebilir. 3 uçak ve 4 servisle evime ulaşmak 30 saatimi aldı.  Amerikadan gelsem daha kolay olabilirdi. Şuracık Avrupadan altı üstü 4-5 saat lik  eder demeyin. Güzergahım Krakow- Köln, Köln- Sabiha, Sabiha-Atatürk (bunun için iki kez havaşa binmek gerekiyor), Atatürk-Antalya, Antalya-Alanya. Uykusuz, yorgun, rezil ama mutlu... 
Kabus dolu saatler sabah erkenden başladı. Yurdumdan havalimanına götürecek arkadaşımın uyanamamasıyla yalnız kaldığımı ve 50 kilo ile nasıl başa çıkacağımı  kara kara düşünüyordum. Otobüs durağına gidince gördüğüm manzara beni çok duygulandırdı. Aynı laboratuvarda çalıştığım, çokda fazla samimi olmadığım bir arkadaşım bana güle güle demeye gelmiş üstelik sabahın 7 sinde. Bir an olsun içim rahatlıyor, derin nefes alıyorum. Ne kadar şanlı olduğum düşünüyor ve Allaha şükrediyordum. Türk arkadaşlarımdan görmediğim bir inceliği yaşatmıştı. Check-in e gelince ayrı bir kabus. Shengen vizem 1 ay önce bitmişti Polonya vizem ise ertesi gün bitiyordu. Aynı firmadan biletlerimi alarak önce Köln sonra İstanbul yapacaktım.Check-in memuru Köln için vizemin olmadığını söyledi, bende ordan İstanbula geçeceğimi söyledim. Memur diğer revarvasyonumu istedi verdim ama ikna olmadı. Amirini çağırdı amiri Köln'ü araması gerektiğini söyledi vs. Korku dolu bekleme dakikaları başladı. Bu arada Ewa sürekli telkinde bulunyor, beni huzurla yolcu edeceğini söylüyordu. Onun desteğiyle sakin olmaya çalışıyordum. 10-15 dakika korku ile geçen zamandan sonra, Please please (acınası bakışlarla)... Amiri geldi ve; evet ok dir dedi.  Aynı firmadan aldığım için transferli uçuş olarak beni çıkarttılar, valizleri de Sabiha'ya yönlendirdiler. Derin bir ohhhhhhhhhhhhhhh la rahatladım. Hal böyle olunca 13 saat havalimanında beklemek zorunda kaldım. Vizem olmadığı için bekleme salonunda gece yarısına kadar uçağımı bekledim. Ne kadar sıkıcı ve uzun bir bekleyişti sormayın. İnternetin saati 8€ olması, suyun 5€, sandöviçin 10€ olması sinirlerimi bozdu. Free shop larda gezmekten sıkıldım, parfüm denemekten bir hal oldum, oturmaktan bıktım... Sabihaya indiğimde ayrı bir komediydi. 6 ay uzun bir süre değil ama dışarıdan Türkiyeyi kıyaslamak zor olmadı. Karşılaştığım olaylar ve ilk adaptasyon eylemi çok ama çok komikti. Havaşın muavinine yeterli diyeceğime farkında olmadan "enough, enough" demem den valizlerimi taşıma arabasına yamuk koyup ben istemeden kabadayının olaya el atıp  düzeltmek için kendisini paralamasına, sabahın 5 inde taksim havaştaki çalışanlardan, Atatürk'deki izdaham, kavgaya kadar neler neler... En komiği de turisti karşılayacak beyin oturduğum kafenin camını yumruklayarak bana elleriyle kadın işareti yapması ve arkamdaki turisti çağırmamı istemesiydi. Hala gülüyorum ;)))))))
Eve vardığım da ise adranalin patlaması yaşıyordum. Uyuyamadım uzunca bir süre, 30 saat uykusuz geçen zamanda hala enerjiktim ama sarhoş gibi. Bakalım nasıl bir alışma dönemim olacak! Erasmus sonrası eve kapananlardan mı olacağım, yoksa tempoya devam mı?
Şimdi yeni bir hayat başlıyor; kollarımı yeni amaçlara, yeni umutlara, yeni fırsatlara açmalıyım...

Pazartesi, Mart 29

Malbork, Gdansk, Sopot, Gdynia

Erasmus maceramın son haftasında gidip gitmemekle tereddüt ettiğim tripe katıldım. Sonradan içime batacağına emindim, en sıkışık zamanımda hala gezmeyi düşünüyorum ya hayırlısı.
Leh arkadaşlarım Polonyanın kuzeyini anlata anlata bitirememişlerdi. Mutlaka Gdanskı görmelisin, Torona gitmelisin vs. Krakow, Varşovadan çok farklı, birde Wroclaw, müthiş güzellikte, yeşilin en çok hakim olduğu yer.... liste uzun, gezilesi yer çok, vakit kısıtlı.. Planda kalmasın dedim yeltendim, ama kışın gitmek kısmet olmadı, şimide de Türkiyeye dönmeme 5 gün kala kuzeye gezi ayarlamışlar, zamanlama kötü ama kaçmazdı da.  
Gdansk’ı çok sevdim, rönesans ve gotik tarzı çok hakim, Amesterdam'a, Hamburg'a çok benzettim. Baltık denizinin kenarında yaşanılası güzel bir yer. Tarihsel açıdan da bakılınca bir türlü paylaşılamayan bir şehir. Almanya ve Polonya arasında uzun yıllar süren ve tekrarlanan kuşatmalardan sonra vs…. (wiki bakınızzz)
ESN’i seviyorum… Bu kadar ucuz ama bi o kadar da kaliteli bir trip düzenlemişler, takdir ettim. Her şey ama her şeyin dahil olduğu bir gezi süper oluyormuş. Müzeye girerken para vermek yok, yemeyi nerde ve ne yiyeceği derdi yok, süperdi velhasıl.. (olumsuzluklarda olmadı değil hani) Ne kadar mı ödedim, sadece 200 zl.
Detaylara gelince, Cuma sabahı erkenden ekspres treniyle yola çıktık, (az kalsın gidemiyordum, büyük olaylı bir sabahtı benim için, postanın 24 saat açık diyerekten elimde 15 kilo koliyle postaneye gidip, koli bölümünün kapalı olduğunu görünce elim ayağım tutuştu. Ne akla hizmet geziye giderken araya bir şey sıkıştırmasam olmazdı.. Koli ve trip arasında bir kaç saniye gidip geldim ve koliyi öylece postaneye bırakmaya karar verdim. İçine de 100 zl de sıkıştırarak. Oradan direk istasyona geçtim. Allah’tan başına bir şey gelmedi. Oda arkadaşımın üstün fedakarlığı ve Aykut’un yardımı sonucu kolime sahip çıktılar ve ben Gdansk yolunda tren de ilerlerken onlar işlemelerimi hallettiler).
Neyse devam edeyim anlatmaya normalde 12-13 saatlik olan yolumuzu hızlı trenle 6 saat de aldık. İlk durağımız Malbork. Olağanüstü devasa Malbork kalesinden başka hiç birşeyi yok, turizmle çok geç tanışmışlar ve iş işten geçmiş, kale içi bölgesi çarpık yapılaşmaya teslim ve surların arasında yıkık terkedilmiş tarihi eserler bakımsızlıktan yok olmaya mahkum. Derhal el atılması gereken bir yer. Kalesi ise gez gez bitmez türde büyüklükte. Nehir kenarında, kalenin etrafı su setiyle çevrilmiş, asma köprülerden ve demir kafesten yapılmış kapılardan geçilen tam bir orta çağ kalesi. Avrupa’nın en büyük kalesiymiş, rehberimiz anlatıyor ama çok sıkıcı konuşuyor, saçma salak esprileriyle de öldürüyordu. Unesco Dünya mirasları listesinde gidilip görülmesi gereken bir yer.
Oldukça uzun bir kale gezisinden sonra serbest zamanda şehri dolaştık. Turist Information dan aldığımız haritadan diğer önemli yerleri gezip, fotoğrafladıktan sonra günü tamamladık. Oradan tekrar trenle Gdansk’a geçtik. Vardığımzda akşam olmuş ve karnımız zil çalıyordu. Önce yemek dedik ve ayarlanan restorana gittik, tahminimden çok güzel ve kaliteli bir yemek yedik. Oradan bitmek bilmeyen yolda yürüyerek hostele ulaştık. Hostelimiz prefabriktendi. Uzaktan bakınca aynı inşaat işçilerinin kaldığı terkedilmiş bir arazi üstünde bir yer gibi.. Neyse ki oda konusunda şanslıyız 6 kız aynı odaya yerleşebildik. İlk akşamımız trajikomikti. Ola, Berfu ve Zeliha ile aramızda geçen konuşma unutulmayacak türdendi.
Ertesi gün Gdynia ya geçtik. Havanın azizliğine uğradık, gidilecek her yere yürüyerek gidildiği için baştan aşağıya sırılsıklam olduk. Dar Pomorza gemisi gezisi ve Gydnia akvaryumunu gördük, çok eğlenceli ve güzeldi. Oradan akşam yemeği için sahilde bir yere gittik. Yine çok iyi seçilmiş bir yerdi. Çok beğendim. Mönüler de şansıma balık olması da ayrı bir mutluluk kaynağımdı.
Oradan trenle Sopot’a geçtik. Hafif akşam üzeriydi, Sheraton’ın harika marinasında yağmur eşliğinde yürümek çok güzeldi. Buraya tekrar baharda gelmeyi çok istiyorum.
Yine dinmeyen yağmur eşliğinde tren garına vardık, tekrar Gdanska geçtik. Yanılmıyorsam Gdynia ile Gdansk arası 1 saat 15 dakikaydı. Birbirine çok yakın yerlerdi. Tekrar hostel’e döndük, sırılsıklam olmuş kıyafetlerden kurtulduktan sonra hostel de ufak bir parti düzenledik. Herkes içeceğini çerezini almış, masada oturup laga luga yaptık. Aklımda lab raporundan başka bişey yoktu. Hostel de sesten dolayı çalışamadım. Sabah erken kalkar tamamlarım dedim, maalesef sabahlayan insanların gürültüsünden uyuyamadım ve öylece kaldı. Bilgisayarımı sırtımda taşıdığıma yanayım. Son günümüz ise Gdansk’ı keşfetmekle geçti. Yine çooook yürüdük, sabahtan akşama kadar sürekli…
İlk önce “Solidarity” denen komünist denetiminin dışında kalan ilk sendikanın ülkeyi nasıl değiştirdiğini anlatan müzeyi gezdik. Oradan amber müzesinde harika amber taşlarından eşyalara, takılara, sanatsal tasarımlara aşık olarak ayrıldık. Serbest zamanda ucuz amber taşı aradım bulamadım. Yemek için geleneksek Polonya mutfağının sunulduğu bir mekana gittik. Mekan çok meşhur bir yermiş, bizdeki gibi gelen ünlülerin fotolarının bulunduğu bir pano bile vardı. Mekanın güzelliği karnımı doyurmadı, aç kaldım. Mönü hiç bana göre değildi. Lahana salatası ve patates püresi yiyebildim.
Oradan yine yürüyerek rehberimizle buluştuk ve şehri yine tekrar yürüyerek rehberle gezdik. Rehberimiz güzel gezdirdi, anlattı, tanıttı. Tüm yorgunluğumuz üzerimizde hostele dönük eşyalarımızı aldık ve yola koyulduk. İşkence gibi bir tren yolculuğu yaşadık. Vagon değiştirdik, oradan oraya sürüklendik, yer bulamadık, sarhoşların arasında kaldık, çılgın bir Polonyalı ailenin kompartımanına sığındık, adam bize söve söve bir kaldı, önümüze çıkan her görevli bizi maymun gibi oynattı. Sabaha kadar rezalet sürdü. 13 saat yolcuğu hatırlamak dahi istemiyorum. Velhasıl son ana kadar aksiyon, heyecan dolu, keyifli, ıslak, can sıkıcı vs her türlü duyguyu yaşatan bir gezi oldu. Gezi koordinatörlerinden Kamil (isme bakmayalım has Polonyalı) ve Mateusz'un ağızlarından Tarkan'ın şımarık şarkısı hiç düşmedi. Tanışıp Türk olduğumuzu öğrenmeleri ile başlayan şımarık şarkısı trip boyunca sürdü. Hazırladığım videonun şarkısı da bu oldu... İyi seyirler

Pazartesi, Mart 22

Auschwitz & Birkenau

Son günlerimi yaşarken mümkün olduğunca zamanı iyi değerlendirmeye çalışıyorum. Her haftasonu atıyorum kendimi bir taraflara. Gitmeden önce mutlaka görülmesi gereken yerler listemi tamamlamaya calışıyorum. Havaların bu kadar geç ısınmasından dolayı gezilerimi hep sona erteledim. Listeyi tamamlamak icin hafta sonum bile yetmeyebilir! Bugünler de yeni bir Erasmus gezisi var. Polonyanin kuzeyine. Bu ay içinde planlarımda vardı ama imkansızlıktan gerçekleştirememiştim işte şimdi bir fırsatım var! Kararımı zaman belirleyecek! 
Şimdi gelelim en önemli yere; gorulmesi gereken yerler listemin başında Auschwitz&Birkenau müzesi. 2. dünya savaşında Nazi Almanyası tarafından kurulan en büyük toplama, zorunlu çalışma ve ölüm kampı. 4 bölümden oluşan kampın sadece iki bölümü ziyarete açık; Auschwitz I ve Auschwitz II (Birkenau). İlk kurulan ana kamp Auschwitz I. Burası dolup taşınca 3 km uzaklıkla daha büyük kamp olan Brikenau'yu  inşa etmişler. Çok çok büyük bir alanda. Kısa olarak gezmek için bile en az 2 km yürümek gerekiyor.
Savaş sonrası yaptıkları belli olmaması için imha edilmiş ama yıkıntılar arasından bile gaz odalarında ne yaptıkları anlaşılıyor. Tüyler ürpertici. Ana kampta ise gazla öldürülen insanları yaktıkları fırınlar dün gibi ortada. Gezi öncesi otobüs yolculuğu boyunca yaklaşık 1 saat süren bir belgesel izletildi. Bu zamana kadar fotoğraflardan gördüklerimi videolarla izleyince daha bir kötü oldum. Küçücük bebeklerin açık havada otopsi görüntülerinden, insanların kampa getirilişi, ahırdan farksız barakalardaki yaşamlarına kadar hepsi orijinal video çekimleriydi. O belgesel sonrası, kampı gezerken rehberimizin de olayı tılsımlı sesiyle etkili sunuşu eklenince     olayın vahameti bende artı da arttı. Üzerine anlatacak çok şey var aslında. İçim kaldırmıyor, yapılan bir bir türlü işkenceler, dehşet verici yöntemlerle tıbbi deneyler, saf Alman ırkı oluşturmak için yapılanlar... Gezi sonrası olayı daha detayları ile okuyup derine indikçe uykusuz geçecek gecelerimin başlangıcı oldu. Günü kapatmadan üzerine bir de Piyanist filminin izleyince o gece ve takip eden iki gece uyuyamadım. Gözümün önünden gitmedi. İnsanlık tarihinin en büyük ayıbı olarak sonsuza kadar kalacak... Primo Levi burası için ; "God cannot exist, if Auschwitz exists" demiştir. Halen son derece düşündürücü ve bir o kadarda ürkütücülüğünü korumakta.  

"Çalışmak özgür kılar" kampın giriş yazısı.
Yüzlerce insanı kurşuna dizdikleri duvar..

Birkenau kampın girişi..
Tren yollarının bittiği nokta

Cumartesi, Mart 13

"Raritas"

Günün nasıl bittiğini anlamadan akşam oluyor, haftanın nasıl bittiğini anlamadan hafta sonu geliyor. Yazacak konular birikiyor, yorgunum sonra yazarım diyorum, erteliyorum, sonra da unutup gidiyorum.
Kalan günlerimi annemgiller saymaya başladılar bile. Sayılı gün çabuk geçer muhabbetine devam ediyoruz. Ama ben çabuk geççsin istemiyorum ki. Kafamda bi ton plan var, gitmem gereken yerler, almam gereken hediyeler vs. Son dakikacı bir insan olmamak için ne kadar çok çaba göstersem de bu benim kaderim. Bu kez planlıyım bakalım umarım sakin sakin toparlanıp sağ salim varabilirim evime. Rüyama girmeye başladı bile, uçağı kaçırıyorum, toparlanamıyorum, vizem bitiyor, param yetmiyor vs kabusum oluyor. Gitmekten söz etmek yok dedim kendimce ama bahsini etmeden duramadım. Bu hafta sonu nazi kampını görmeye gidecektim ama havalarda bi iyi olmadı ki! Hafta ortasından beri karlı hava devam ediyor. Gündüz -4, gece -10 da Mart ayını geçiriyoruz. 
Neler yaptım, çalışmalarım nasıl gidiyor biraz da bundan bahsedeyim. Dönünce malum mezun olacağım, sonunda iş hayatım başlayacak ve iş aramaya erkenden başlamak lazım. Her gün kariyer.net de bakma hastalığı oldu. Artık kim ne arıyor ezberledim. Düşündüğüm bir kaç tane ilana başvurayım dedim demesine ama cv'mi güncelleyemedim. Danışmanımı yakalayamadım ki bir türlü, bu haftayı da izinli olduğunu öğrenince gitti benim başvurular dedim. Haftaya ilk işim çalıştığım projenin finansal kaynaklarını öğrenmek olacak. (Ey İK uzmanları lütfen  kimseyi almayın bekleyin ben de varım... :) )
Diğer taraftan laboravuarda bir öğrencim oldu. Pek komik.Yeni verdiler elime garibi ;) İsmi Ewa, lisans 4. sınıf öğrencisi, mikrobiyoloji de uzmanlaşmak hayaliymiş. Sen benim elimde Türkiye de olacaktın diyorum içimden; her gün bulaşık yıkatırdım. Şaka şaka, bana yapılanı ben yapmazdım. Mikrobiyolojiye başladığım sıralar lisans 3'de bir yılım sadece bulaşık yıkamakla geçirdim. Tüp ve petri yıkamak üzerine uzmanımdır. :) Burda ise bulaşık o  kadar az çıkıyor ki herşey tek kullanımlık. Canım otoklavlanabilir Falcon tüpleri çöpte görünce içim gidiyor. Yıkanıp sterilize edip tekrar kullanılabilir cinsten ama çöpte. Sonra çok çabuk bitiyor Falconlar, steril malzeme sıkıntısı yaşanıyor. Falcon dilenirken buluyoruz kendimizi. Madem çöpe gidiyor, daha ucuz olanı alınabilir ya da yıka, sterilize et, kullan. Zaman kaybı bir taraftan kabul ediyorum. Ama bir sürü teknisyen var onlar hazırlayabilir. Neyse konumuz bu değil, fazla uzaklaştım. :) Ewa ya dönersek ben gittikten sonra projede devam edecek, benim yerime yetiştirmeye çalışıyorum ama gel gör ki hücrem üremiyor. (Yine kontamine oldu, çok çok üzüldüm, göremiycem sonucunu böyle giderse). Ewa'yla hücreyi beklerken başka alanda çalışıyoruz. Toksin analizi yapıyoruz ama sonuçlarımızı beğenmiyorum. Tavşan kanına ihtiyacımız var. Piyasa da yok. Tavşan kasabına gidip ellerimle kesilen tavşanlardan kan toplayacağım (bu fikiri attığıma pişman mıyım bilmiyorum). Şimdilik sakinim ve yaparım diyorum. Sevimli tavşanları kesilirken görünce aynı şeyleri düşünebilimiyim emin değilim. Bilim için yapacağım yapmalıyım.. :)) 
Bu hafta da ise danışman giderken bir sürü iş analiz verdi gitti. Pazartesi lab toplantısında hepsinin sonucunu görmek istiyor. Sonuç elde etmek için bu haftayı sabah 8 akşam 8 çalıştım. Erken geldiğim günler de bir iki saat uyudum gece okula gittim çalıştım. İki kez gecenin bir vakti okula gidip, ekimi yapıp, sabah kontrol ettiğim bakterinin üremediğini görmek çıldırttı. Cuma günü inat ettim sonuç için ve sonunda başardım (keza haftasonumu feda etmek zorunda kalacaktım). Kendi ilkel yöntemimle kalitatif analizini gerçekleştirdim. Ellerimde fotoğraflarım var hey hey heyyyy ;))) Şimdi onun sonuçlarını toparlamalıyım ve yakışır bir rapor yazmalıyım :))
Sosyal hayat ne alemdeydi peki; Oda arkadaşım Elwira ve erkek arkadaşı Lukaz'la birlikte "Alice in  Wonderland" 'ın vizyona girdiği gün gece seansında bulduk kendimizi. Senaryo az daha orjinal olabilirdi ama güzeldi yine de. Renk çeşitliliğine ise bayıldım.
Sinema dışında boş vaktimi hediye seçmekle geçirdim. Hala tamamlayamadığım hediyeler var. En önemlisi de babama ne alsam!. Bir türlü karar veremiyorum. Aaaa bu arada hayatımda  bir ilk gerçekleştirdim. Topuklu ayakkabımı aldım hemde iki tane. Benim için çok büyük bir adım. Gelinliğin altına bile converse giyersin diyen arkadaşlarımın içleri rahat edebilir. :))) Henüz sokağa çıkma cesaretini bulamadım, öğrenmem lazım yürümesini. ;)) Çok komik ya, daha önceden alışmak lazım mış. Nedir bu heves bendeki! onu da anlamadım.. (İş kadını olcam ya!!) :)))
Diğer bir sosyal aktivitem; Lab arkadaşım Karina ile birlikte şehrin kalite restaurantlarını deniyoruz. Özellikle Michelin rehberine girmişlere bakıyoruz. ;)) Çok paramız olduğundan değil hani, yanlış anlaşılmasın. Oturuyoruz, tatlımızı yiyip kahvemizi içip çıkıyoruz. Restaurantı görmüş ve denemiş oluyoruz böylece :))  Yemek yemeye kalksak bulaşıkhanede kendimizi bulmamız gerekebilir. Bu aktivitemizi sürdürmeye çalışıyoruz. Bu hafta bir cafe tercih ettik, üçüncü mekanımızı bugün yarın gidip test edeceğiz... Pek eğlenceli ve keyifli oluyor. :)))  Fena eleştiriler yapıyoruz, cam kirli, servis kötü, şuydu buydu vs. Michelin'e yazmalıyız diyoruz..
Tatları damadığımızda kalan, Karinanın parmaklarını birleştirip öperek "Raritas "  diyerek lezzeti  tarif etmesi çok hoş oluyor ;)) Bu kelimeye tercüme bulamadım. Karinaya göre ingilizce deki  lezzetli kelimleri hafif kalırmış bu kelimenin anlamında. Raritas olarak kabul ettim gittim. Lezzetin zirvesi ve başlığın anlamı anlaşılmıştır herhalde ;). Yakında bir kelime yada deyim bulacağım. Bunun için ise, biraz daha tatmam, yemem gerekiyor bunlardan ;))  Şimdi de mekan ve lezzetlerden fotolara buyurun... 
Miod Malina'dan Karina ve erkek arkadaşı! (adını unuttum, çok ayıp!)
Yöresel elmalı tart.. ;) Tadına bakmadan önce fotoğrafını çekmeyi unutmuşum (görüntü için üzgünüm).
Wesele'deki elmadan avize..
"Raritas" tiramisu.... tarif edilmez güzellik
 Wesele'den Rynek

Cuma, Şubat 26

Zakopane!

Bu hafta o kadar hızlı geçti ki ne olup bitti anlayamadım bile.. Erasmus maceramın bitmesine günler sayılacak kadar az kalmasından mıdır nedir günler normalden daha hızlı geçmeye başladı. Laboratuvar da ise ilklerimi yaşıyorum. İlk defa analizlerini yaptığım yeni metodları öğrendim. Performansımın tam da zirve yaptığı zamanda dönüyorum. :( Valizi toplamak için daha erken önümde koskoca bir ayım var. Veda konuşması için bi ton zaman var. Önemli olan en verimli şekilde değerlendirip heybemi doldurmaya bakmak. 
Hafta sonuna girerken en güzel haber aldığım dersten 3,5/5 la geçmem. Bu kadar bile beklemiyordum. Çok sevindim.Başka güzel haber yok sanırım. :)
Geçen haftada ise; kültürel faaliyet olarak İdil Biret'i dinlemeye gittim. Haftalar öncesinden o günü bekliyordum. Filharmoninin takvimin de görünce inanamamıştım. Krakow da İdil Biret! waooowww, gelir de gidilmez mi! Cuma günü ertesi gün için bilet almaya gittim ama ilk defa Cumartesi biletleri tükenmiş. Mecburen sadece o gün için kalan biletden almak zorunda kaldım. Ders çıkış aç karna bir anda kendimi konser salonunda buluverdim. İdil Biret'in performansını yaklaşık 1 saat ilk sıradan dinlemek güzeldi. Senfonik konser olunca yalın piyanoyu pek fazla duyamadık. Ama güzel ve gurur verici bir tabloydu. Bir Türk olarak onore oldum.
Takip eden hafta sonunda ise Krakow'un yakınındaki turizm merkezi Zakopaneye gittik. Oda arkadaşım Elwira, Taiwanlı arkadaşım Shannon ve Ben. Ne kadar international bir ekip! Shannon'un ertesi günü temelli memlekete dönmesi nedeniyle o gün daha bir anlamlıydı. En önemlisi de Shannon'ın çok istediği karda kızakla kayma aktivitesini gerçekleştirebildik. Lehçe de yabuşka! (orginal yazılışını öğrenmeliyim). Bildiğimiz leğeni daha portatif ve saplı halini üretmşler denebilir. 5 zl ye satılıyor. Kiralanmıyor. (Gezmediğimiz kayak dükkanı kalmadı). Kızak da kiralanmıyor üstelik. Sadece satılık!.. Alsan da nereye koyacaksın, saklayacaksın... Almadık, Shannon'in de kursağında kaldı kayamadan dönecek memleketine diye üzülürken Türk zekası konuştu. :))) Türkiye dışında gördüğüm pistlerde hiç rastlamadım poşetle kaymayı. :)) Yurt dışında ekipmanı ile gerçekleştiriyorlar. Poşetlerle kaymayı kaldırmışlar ya da bilmiyorlar. Oysa ne gerek var Yabuşkaya!. Çıkartın poşetleri tepeden aşağıya hopppppppppppp! :))) İlk gösteren ve deneyen ben, güzelce bir reklamla kahkahalar eşliğin de kaydım. Ardı ardına kikirdeşerek kaydık. Pistte çocuğunu kaydıran Polish anne bizi görünce burası çocuklar için uyarı yaptı (kibarca kovmaya çalıştı) ama biz dinlemedik bile... :)) Çok güldük, çok eğlendik. Bizim oralarda biz böyle kayarız demeden kendimi alamadım.. :) Günün sonunda kaymaktan totomuz ağrısa da günü herkes mutlu kapattı. Shannon da Türk işi yabuşkayla kaydı ve içi rahat bir şekilde döndü yurduna.. :)) 
Hafta içinde ise önemli bir adım atarak Fulbright'a doktora için başvurmaya kararını verdim. Amma velakin mülakatı korkutuyor. Sonrasında ise girmem gereken bir sürü sınav. Her şeyden öte başvurusu öldürüyor adamı. Bu kadar detayı tahmin etmezdim. Yazınızla başlayan ve ardı arkası tükenmeyen bir sürü kutucuğu doldur doldurabilirsen. Bir noktadan sonra cümleler tekrar etmeye başlıyor. Orijinal cümle kurmakta zorlanıyorum. Yazmam gereken iki kompozisyon da cabası. Geçmişten günümüze bakış, gelecek planları ve şu anki bulunduğum noktadan çizeceğim tablo üzerine. Bir bilsem nasıl bir tablo istediğimi.. :) Velhasıl her an bıkabilir ve cayabilirim. Yehovacılardan ise bıktım bile! Pes etmiyorum ama gereksiz bir girdaptan kurtulmak istiyorum. Bu hafta yine kapımdaydı Beti. Pazar günü toplantılarına davet etti. Türkçe yayınları toplamış gelmiş tutuşturdu elime. Son kez gidip, konuşup daha fazla irtibat kurmak istemediğimi dile getireceğim. Umarım son konuşmamız ve birbirimizi son görüşümüz olur. Şimdilik böyle...
Zakopane fotoğraflarına buyurun;
Bindiğim en büyük ve hızlı liftti.7 sandalyeli ve pencere korumalı!
Zirveden Zakopane ve Tatra dağları!
;) Bu atlayış için çok uğraştık... 
Shannon bu pozuna bayıldım.. :))) hala gülüyorum...
İniş hızlı geçti, manzaranın keyfini uzun sürmek isterdik!

Kubiğe binemedik.. Pahalı olmasaydı! :(
Her yerde peynirleri... Hijyeniteden uzak olunca denemek istemedik..
uyyyy... pek şirinlerdi..
Geleneksel pazarın görünümü.
Yaşasın Zapiekanka!. Ucuz ve doyurucu bir yöntem..
Tatlısız olmaz. Waffle ve cappucino! ımmhhh
Ne zamandır niyetliydim ama kullanmaya cesaret edememiştim bu şapkalara. Artık benimde kocaman bir tilki şapkam var... :))) Kafam normalde biraz büyük, bu şapkayla daha da büyük oluyor. Ama çok güzel ısıtıyor.. 

Perşembe, Şubat 18

Kuzeyin Venediği; Stokholm

Adadan adaya kanallarla, köprülerle bağlı Baltık denizine açılan İsveç'in en büyük şehri. 14 adadan oluşan başkenti ilk bakışta karışık gibi gelse de şehre alıştıktan sonra ne kadar planlı olduğunu anlıyorsunuz. Adalar şehirle bütünleşmiş, adadan adaya geçerken bile adadaymış gibi hissedilmiyor. Tarihiyle, müzeleriyle, romantik atmosferiyle, yeşilliğiyle yaşanılası bir yer.
İskandinav ülkelerine ilk ziyaretimdi. Dolu dolu 4 gün 3 gece geçirdim. Hedeflediğim her yere gittim. Oldukça memnun ve herşeyiyle değen bir gezi oldu. Cuma günü; Krakow'dan berbat bir hava ile havalimanın yolunu tuttuk. Uçuşa 2 saat var ama nasıl bir kar yağışı, uçak kalkmaz, kalırız, yatar tüm plan diye kara haberleri çağıra çağıra gittik. Uçağı beklerken havanın durulması ve en ufak bir iptal anonsu duymadan uçağa atlamamız sevindiriciydi. Malum Avrupa uçuşlarında en uygun Ryanair ve Wizzair. Aynı fiyat olmasına rağmen uzun kalmak için Ryanairi seçtik. Bilet ücreti olarak toplamda 120 zl (30€) ödedik.Çok komik bir fiyata uçtuk. Uçuş iyiydi ama uçak havalanırken tavandan bir anda yolcuların üstüne suların damlaması (boşalması daha doğrusu) şok etkisi yarattı. "Ucuz et mundar olur" işte budur. Şanslı insanlardık ki üstümüze su boşalmayan koltuk seçmişiz. ;) Uçakta İtalyan diğer Erasmus öğrencileriyle karşılaştık. Habersiz aynı hosteli tercih etmemizde ayrı komik bir olaydı. Şehrin açık ara farkla en ucuz hosteli :))) Nerde ucuz seyahat biz oradayız... Havalimanından 15€ ya şehre gidiş dönüş biletini aldık. Yaklaşık 1 saat sonra Centralen'deydik. İlk günü hostele geç girelim vakit kaybetmeden gezelim diyerekten şehrin en eski yerleşim yeri olan Gamla Stan adasına gittik. Kraliyet sarayını, Riddarholm kilisesini, Old Town'u, Parlamento binasını gezdikten ara sokakların tadını çıkarttık. Şehrin yayalara açık neredeyse tamamına minik taşlardan serpilmiş kaymayı önlemek için, o halde bile 2 kez düşmeyi başardım. Taşlar işe yarıyor sorun bende :) tuzun yerine iyi bir alternatif.. :) Havanın kararmasıula birlikte hosteli aramaya koyulduk. Şeçtiğim hostel şehrin merkezinde, alışveriş mağazalarının bulunduğu Drottninggatan caddesi üstünde Hostel By Nordic. Kaldığım hostellerin içinde en temiz ve güzel olanıydı. Yalnız bodrum katta olduğu için pencere yok, havalandırması güzel çalışıyor ama mutfakta yasak olmasına rağmen soslu pişen yemek odadan sabaha kadar kokusu çıkmıyor. Üstelik geceliği 9,72€ ve çay-kahve sınırsız bedava... :)) 
Stokholm'de sabah 8.30 gibi hava aydınlanıyor, akşamda 4 gibi kararıyordu. Sabah 9 da başladık şehri keşfetmeye. İlk durak City Hall denen belediye binası, aynı zamanda Nobel seramonisinin yapıldığı yer. Burada rehberli tura katıldık ve ilk defa Türkçe broşürü burada gördük. Meşhur mavi salonu ve altın salonu  ziyaret edip fotoğrafladıktan sonra sıcağı sıcağına Nobel müzesine geçtik. Müze Old Town da Rynek'e açıldığı için meydanda kendimizi bir dizi dans etkinliğinin ortasında bulduk. Her yaştan çocuğun oluşturduğu dans okulunun gösterisiydi, farkında olmadan iki saatimizi geçirmişiz.
Nobel müzesinde ise nobelin tarihi ve Alfred Nobelin hayatı, icatları yer alıyor. Nobel'le bu kadar içli dışlı olunca neden bir gün bende Nobel ödülü almayayım ki dedim. :))) Ordan Globen'e Ericson kulesine ya da topunu görmeye gittik. 130 metre yükseklikten şehri izleme deneyimini tadalım dedik. Rezervasyon gerektiği için maalesef o gün çıkamadık. Ertesi günü 9:30'a rezarvasyon yaptırdık.(120 sek yaklaşık 12€).  Kuleye çıkamadık madem yeni bir müze görelim diyerek Müzik müzesine gittik. Bu arada Stokholm tam anlamıyla müze cenneti. Müze rehberine göre şehir merkezinde 100 tane müze varmış. :)  Gez gez bitmez.
Müzik müzesi ise tarihi kraliyet fırın binasında bulunan son derece tarihi mistik bir yer. Sergilenen çoğu müzik aletlerini de ziyaretçilerin çalmalarına izin vermeleri ise ayrı bir güzellik. Neredeyse tüm enstrümanlara el atıp, çaldık, eğlendik güzel vakit geçirdik.
Son günümüzde ise; Skyview'i denemeye gittik. Havanın sisli olması hayal kırıklılığı yarattı. 130 metre yükseklikten  tüm şehir görülebilirken biz sadece 3 blok ilerisini görebildik. Teknolojik ve güzel organize edilen bir yapı hayran kalarak ayrıldık. Oradan Skansen'e geçtik. Burası her yıl 1,3 milyon kişinin ziyaret ettiği, İsveçin eski köy hayatının bire bir yaşandığı, içerisinde hayvanat bahçesinden, akvaryuma, çocuk sirklerinden piknik alanlarına kadar kocaman bir açık hava müzesi. Kış nedeniyle bazı bölümler kaplıydı. Beyazlar içinde Skansen bu kadar güzelse baharını düşünemiyorum.
Bir sonraki durak Aquaria. Çok büyük olmasa da şirin bir müze, çok fazla çeşit yoktu ama güzel dizayn edilmiş. İsveçliler müzeciliği biliyor. Bir sonraki durak Vasa müzesi. Kesinlikle Stokholme gidip de görülesi yerlerin başında gelmeli. 17. yy dan kalma tarihi Vasa savaş gemi batığı tüm ihtişamıyla, tüm detaylarıyla sergileniyor. Müze olarak ayrı bir güzel planlanmış. Bir batık gemizden bu kadar çok malzeme bu kadar çok konu nasıl çıkmış hayret ediyor insan.  Gemi tayfasının iskeletlerine kadar herşey vardı. Çok çok beğendim.
Bir sonraki müze durağımız Junibacken çocuk müzesi. Kapanmasına 40 dakika kalmasına rağmen gişe kapandığı için içeriye ücretsiz girdik ama çoğu bölüm kapanmış bulduk. Bir kaç bölümü görüp oynayan çocukları izledik. Peynirci, fırıncı, bakkal vs dükkanlarda oynayan çocukları sevdim biraz oynamak istedim ama dilde anlaşamadık. Ebeveynleri kızmadan fotoğraflarını çektim. Hepsi ayrı bir güzellikteydi.
İsveç de çocuklara babalar bakıyor. Müze de annelerden çok babalar vardı. Şehirde de aynı manzara. Pusetleri, çocuk arabalarını taşıyan, bebekleri besleyen hep babalar. Sevindirici bir tablo... :)
Son durak olarak Ikea'ya gitme planı yapmıştık ama son anda gitmekten vazgeçtim. Her yerde aynı ürün ve aynı katalog olduğu için boşuna yormayalım kendimizi dedim, müzeler bölgesinden yürüyerek marinaların keyfini çıkartarak, gün batımını fotoğraflayarak, Baltık denizine veda ederek hostele döndük. Pazartesi 7.10 uçağıyla Krakow'a sorunsuz geri döndük.
İsveçi sevdim yaşanılası kentlerden, baharda yada yazın mutlaka tekrar ziyaret etmeli. Kuzey rüzgarlarının bu kadar sert olduğu bir havada manzaranın tadı tam çıkmıyor. Sisli ve karlı Stokholmü yeşilliği ve güneşi ile görmeyi arzuluyorum..
Kraliyet Sarayı
Riddarholm Church
City Hall meşhur Mavi salon. Mimar tuğlaların rengini sıvayla kapatmak istememiş adı Mavi olarak kalmış. Nobel ödülleri bu salonda veriliyor.
 
Altın salondan, duvardaki Türk bayrağı ve göğsü açık dansöz kız dikkatimizi çekti...
Bu resmi gördükten sonra Türk yoğurdunu almaktan vazgeçebilirim.. :)
City Hall'a Gamla Stan'dan bakış..
Rynek, Old Town
;)
Ola ki bir gün alırsam; Nobel Fizyoloji veya Tıp alanındaki ödülü
Abba köşesi, Müzik müzesinden
Asansöre binmeden önce 120 derecelik ekranda bilgilendirici kısa film gösterisi
;))
Skansendeki evlerden birinin mutfağı..
Ahşap kayak takımı ;)
Skansenden
Aquariadan
Köpek balıklarını çekemedim çok hareketliydiler ve akvaryumu çok kalabalıktı, mercanları ve melekleri çekmekle yetindim....
Ve işte Vasa!
Nordic Müzesi; İsveç kültürü üzerine kurulmuş, girmedik..
Junibacken dan fırıncı kız!
Güneşin battığı  noktaya aynı zamanda kayak merkezinin ışıkları vuruyor...
Soldan, Nordic, Vasa ve Aquaria müzeleri..