Pazartesi, Mart 29

Malbork, Gdansk, Sopot, Gdynia

Erasmus maceramın son haftasında gidip gitmemekle tereddüt ettiğim tripe katıldım. Sonradan içime batacağına emindim, en sıkışık zamanımda hala gezmeyi düşünüyorum ya hayırlısı.
Leh arkadaşlarım Polonyanın kuzeyini anlata anlata bitirememişlerdi. Mutlaka Gdanskı görmelisin, Torona gitmelisin vs. Krakow, Varşovadan çok farklı, birde Wroclaw, müthiş güzellikte, yeşilin en çok hakim olduğu yer.... liste uzun, gezilesi yer çok, vakit kısıtlı.. Planda kalmasın dedim yeltendim, ama kışın gitmek kısmet olmadı, şimide de Türkiyeye dönmeme 5 gün kala kuzeye gezi ayarlamışlar, zamanlama kötü ama kaçmazdı da.  
Gdansk’ı çok sevdim, rönesans ve gotik tarzı çok hakim, Amesterdam'a, Hamburg'a çok benzettim. Baltık denizinin kenarında yaşanılası güzel bir yer. Tarihsel açıdan da bakılınca bir türlü paylaşılamayan bir şehir. Almanya ve Polonya arasında uzun yıllar süren ve tekrarlanan kuşatmalardan sonra vs…. (wiki bakınızzz)
ESN’i seviyorum… Bu kadar ucuz ama bi o kadar da kaliteli bir trip düzenlemişler, takdir ettim. Her şey ama her şeyin dahil olduğu bir gezi süper oluyormuş. Müzeye girerken para vermek yok, yemeyi nerde ve ne yiyeceği derdi yok, süperdi velhasıl.. (olumsuzluklarda olmadı değil hani) Ne kadar mı ödedim, sadece 200 zl.
Detaylara gelince, Cuma sabahı erkenden ekspres treniyle yola çıktık, (az kalsın gidemiyordum, büyük olaylı bir sabahtı benim için, postanın 24 saat açık diyerekten elimde 15 kilo koliyle postaneye gidip, koli bölümünün kapalı olduğunu görünce elim ayağım tutuştu. Ne akla hizmet geziye giderken araya bir şey sıkıştırmasam olmazdı.. Koli ve trip arasında bir kaç saniye gidip geldim ve koliyi öylece postaneye bırakmaya karar verdim. İçine de 100 zl de sıkıştırarak. Oradan direk istasyona geçtim. Allah’tan başına bir şey gelmedi. Oda arkadaşımın üstün fedakarlığı ve Aykut’un yardımı sonucu kolime sahip çıktılar ve ben Gdansk yolunda tren de ilerlerken onlar işlemelerimi hallettiler).
Neyse devam edeyim anlatmaya normalde 12-13 saatlik olan yolumuzu hızlı trenle 6 saat de aldık. İlk durağımız Malbork. Olağanüstü devasa Malbork kalesinden başka hiç birşeyi yok, turizmle çok geç tanışmışlar ve iş işten geçmiş, kale içi bölgesi çarpık yapılaşmaya teslim ve surların arasında yıkık terkedilmiş tarihi eserler bakımsızlıktan yok olmaya mahkum. Derhal el atılması gereken bir yer. Kalesi ise gez gez bitmez türde büyüklükte. Nehir kenarında, kalenin etrafı su setiyle çevrilmiş, asma köprülerden ve demir kafesten yapılmış kapılardan geçilen tam bir orta çağ kalesi. Avrupa’nın en büyük kalesiymiş, rehberimiz anlatıyor ama çok sıkıcı konuşuyor, saçma salak esprileriyle de öldürüyordu. Unesco Dünya mirasları listesinde gidilip görülmesi gereken bir yer.
Oldukça uzun bir kale gezisinden sonra serbest zamanda şehri dolaştık. Turist Information dan aldığımız haritadan diğer önemli yerleri gezip, fotoğrafladıktan sonra günü tamamladık. Oradan tekrar trenle Gdansk’a geçtik. Vardığımzda akşam olmuş ve karnımız zil çalıyordu. Önce yemek dedik ve ayarlanan restorana gittik, tahminimden çok güzel ve kaliteli bir yemek yedik. Oradan bitmek bilmeyen yolda yürüyerek hostele ulaştık. Hostelimiz prefabriktendi. Uzaktan bakınca aynı inşaat işçilerinin kaldığı terkedilmiş bir arazi üstünde bir yer gibi.. Neyse ki oda konusunda şanslıyız 6 kız aynı odaya yerleşebildik. İlk akşamımız trajikomikti. Ola, Berfu ve Zeliha ile aramızda geçen konuşma unutulmayacak türdendi.
Ertesi gün Gdynia ya geçtik. Havanın azizliğine uğradık, gidilecek her yere yürüyerek gidildiği için baştan aşağıya sırılsıklam olduk. Dar Pomorza gemisi gezisi ve Gydnia akvaryumunu gördük, çok eğlenceli ve güzeldi. Oradan akşam yemeği için sahilde bir yere gittik. Yine çok iyi seçilmiş bir yerdi. Çok beğendim. Mönüler de şansıma balık olması da ayrı bir mutluluk kaynağımdı.
Oradan trenle Sopot’a geçtik. Hafif akşam üzeriydi, Sheraton’ın harika marinasında yağmur eşliğinde yürümek çok güzeldi. Buraya tekrar baharda gelmeyi çok istiyorum.
Yine dinmeyen yağmur eşliğinde tren garına vardık, tekrar Gdanska geçtik. Yanılmıyorsam Gdynia ile Gdansk arası 1 saat 15 dakikaydı. Birbirine çok yakın yerlerdi. Tekrar hostel’e döndük, sırılsıklam olmuş kıyafetlerden kurtulduktan sonra hostel de ufak bir parti düzenledik. Herkes içeceğini çerezini almış, masada oturup laga luga yaptık. Aklımda lab raporundan başka bişey yoktu. Hostel de sesten dolayı çalışamadım. Sabah erken kalkar tamamlarım dedim, maalesef sabahlayan insanların gürültüsünden uyuyamadım ve öylece kaldı. Bilgisayarımı sırtımda taşıdığıma yanayım. Son günümüz ise Gdansk’ı keşfetmekle geçti. Yine çooook yürüdük, sabahtan akşama kadar sürekli…
İlk önce “Solidarity” denen komünist denetiminin dışında kalan ilk sendikanın ülkeyi nasıl değiştirdiğini anlatan müzeyi gezdik. Oradan amber müzesinde harika amber taşlarından eşyalara, takılara, sanatsal tasarımlara aşık olarak ayrıldık. Serbest zamanda ucuz amber taşı aradım bulamadım. Yemek için geleneksek Polonya mutfağının sunulduğu bir mekana gittik. Mekan çok meşhur bir yermiş, bizdeki gibi gelen ünlülerin fotolarının bulunduğu bir pano bile vardı. Mekanın güzelliği karnımı doyurmadı, aç kaldım. Mönü hiç bana göre değildi. Lahana salatası ve patates püresi yiyebildim.
Oradan yine yürüyerek rehberimizle buluştuk ve şehri yine tekrar yürüyerek rehberle gezdik. Rehberimiz güzel gezdirdi, anlattı, tanıttı. Tüm yorgunluğumuz üzerimizde hostele dönük eşyalarımızı aldık ve yola koyulduk. İşkence gibi bir tren yolculuğu yaşadık. Vagon değiştirdik, oradan oraya sürüklendik, yer bulamadık, sarhoşların arasında kaldık, çılgın bir Polonyalı ailenin kompartımanına sığındık, adam bize söve söve bir kaldı, önümüze çıkan her görevli bizi maymun gibi oynattı. Sabaha kadar rezalet sürdü. 13 saat yolcuğu hatırlamak dahi istemiyorum. Velhasıl son ana kadar aksiyon, heyecan dolu, keyifli, ıslak, can sıkıcı vs her türlü duyguyu yaşatan bir gezi oldu. Gezi koordinatörlerinden Kamil (isme bakmayalım has Polonyalı) ve Mateusz'un ağızlarından Tarkan'ın şımarık şarkısı hiç düşmedi. Tanışıp Türk olduğumuzu öğrenmeleri ile başlayan şımarık şarkısı trip boyunca sürdü. Hazırladığım videonun şarkısı da bu oldu... İyi seyirler

Pazartesi, Mart 22

Auschwitz & Birkenau

Son günlerimi yaşarken mümkün olduğunca zamanı iyi değerlendirmeye çalışıyorum. Her haftasonu atıyorum kendimi bir taraflara. Gitmeden önce mutlaka görülmesi gereken yerler listemi tamamlamaya calışıyorum. Havaların bu kadar geç ısınmasından dolayı gezilerimi hep sona erteledim. Listeyi tamamlamak icin hafta sonum bile yetmeyebilir! Bugünler de yeni bir Erasmus gezisi var. Polonyanin kuzeyine. Bu ay içinde planlarımda vardı ama imkansızlıktan gerçekleştirememiştim işte şimdi bir fırsatım var! Kararımı zaman belirleyecek! 
Şimdi gelelim en önemli yere; gorulmesi gereken yerler listemin başında Auschwitz&Birkenau müzesi. 2. dünya savaşında Nazi Almanyası tarafından kurulan en büyük toplama, zorunlu çalışma ve ölüm kampı. 4 bölümden oluşan kampın sadece iki bölümü ziyarete açık; Auschwitz I ve Auschwitz II (Birkenau). İlk kurulan ana kamp Auschwitz I. Burası dolup taşınca 3 km uzaklıkla daha büyük kamp olan Brikenau'yu  inşa etmişler. Çok çok büyük bir alanda. Kısa olarak gezmek için bile en az 2 km yürümek gerekiyor.
Savaş sonrası yaptıkları belli olmaması için imha edilmiş ama yıkıntılar arasından bile gaz odalarında ne yaptıkları anlaşılıyor. Tüyler ürpertici. Ana kampta ise gazla öldürülen insanları yaktıkları fırınlar dün gibi ortada. Gezi öncesi otobüs yolculuğu boyunca yaklaşık 1 saat süren bir belgesel izletildi. Bu zamana kadar fotoğraflardan gördüklerimi videolarla izleyince daha bir kötü oldum. Küçücük bebeklerin açık havada otopsi görüntülerinden, insanların kampa getirilişi, ahırdan farksız barakalardaki yaşamlarına kadar hepsi orijinal video çekimleriydi. O belgesel sonrası, kampı gezerken rehberimizin de olayı tılsımlı sesiyle etkili sunuşu eklenince     olayın vahameti bende artı da arttı. Üzerine anlatacak çok şey var aslında. İçim kaldırmıyor, yapılan bir bir türlü işkenceler, dehşet verici yöntemlerle tıbbi deneyler, saf Alman ırkı oluşturmak için yapılanlar... Gezi sonrası olayı daha detayları ile okuyup derine indikçe uykusuz geçecek gecelerimin başlangıcı oldu. Günü kapatmadan üzerine bir de Piyanist filminin izleyince o gece ve takip eden iki gece uyuyamadım. Gözümün önünden gitmedi. İnsanlık tarihinin en büyük ayıbı olarak sonsuza kadar kalacak... Primo Levi burası için ; "God cannot exist, if Auschwitz exists" demiştir. Halen son derece düşündürücü ve bir o kadarda ürkütücülüğünü korumakta.  

"Çalışmak özgür kılar" kampın giriş yazısı.
Yüzlerce insanı kurşuna dizdikleri duvar..

Birkenau kampın girişi..
Tren yollarının bittiği nokta

Cumartesi, Mart 13

"Raritas"

Günün nasıl bittiğini anlamadan akşam oluyor, haftanın nasıl bittiğini anlamadan hafta sonu geliyor. Yazacak konular birikiyor, yorgunum sonra yazarım diyorum, erteliyorum, sonra da unutup gidiyorum.
Kalan günlerimi annemgiller saymaya başladılar bile. Sayılı gün çabuk geçer muhabbetine devam ediyoruz. Ama ben çabuk geççsin istemiyorum ki. Kafamda bi ton plan var, gitmem gereken yerler, almam gereken hediyeler vs. Son dakikacı bir insan olmamak için ne kadar çok çaba göstersem de bu benim kaderim. Bu kez planlıyım bakalım umarım sakin sakin toparlanıp sağ salim varabilirim evime. Rüyama girmeye başladı bile, uçağı kaçırıyorum, toparlanamıyorum, vizem bitiyor, param yetmiyor vs kabusum oluyor. Gitmekten söz etmek yok dedim kendimce ama bahsini etmeden duramadım. Bu hafta sonu nazi kampını görmeye gidecektim ama havalarda bi iyi olmadı ki! Hafta ortasından beri karlı hava devam ediyor. Gündüz -4, gece -10 da Mart ayını geçiriyoruz. 
Neler yaptım, çalışmalarım nasıl gidiyor biraz da bundan bahsedeyim. Dönünce malum mezun olacağım, sonunda iş hayatım başlayacak ve iş aramaya erkenden başlamak lazım. Her gün kariyer.net de bakma hastalığı oldu. Artık kim ne arıyor ezberledim. Düşündüğüm bir kaç tane ilana başvurayım dedim demesine ama cv'mi güncelleyemedim. Danışmanımı yakalayamadım ki bir türlü, bu haftayı da izinli olduğunu öğrenince gitti benim başvurular dedim. Haftaya ilk işim çalıştığım projenin finansal kaynaklarını öğrenmek olacak. (Ey İK uzmanları lütfen  kimseyi almayın bekleyin ben de varım... :) )
Diğer taraftan laboravuarda bir öğrencim oldu. Pek komik.Yeni verdiler elime garibi ;) İsmi Ewa, lisans 4. sınıf öğrencisi, mikrobiyoloji de uzmanlaşmak hayaliymiş. Sen benim elimde Türkiye de olacaktın diyorum içimden; her gün bulaşık yıkatırdım. Şaka şaka, bana yapılanı ben yapmazdım. Mikrobiyolojiye başladığım sıralar lisans 3'de bir yılım sadece bulaşık yıkamakla geçirdim. Tüp ve petri yıkamak üzerine uzmanımdır. :) Burda ise bulaşık o  kadar az çıkıyor ki herşey tek kullanımlık. Canım otoklavlanabilir Falcon tüpleri çöpte görünce içim gidiyor. Yıkanıp sterilize edip tekrar kullanılabilir cinsten ama çöpte. Sonra çok çabuk bitiyor Falconlar, steril malzeme sıkıntısı yaşanıyor. Falcon dilenirken buluyoruz kendimizi. Madem çöpe gidiyor, daha ucuz olanı alınabilir ya da yıka, sterilize et, kullan. Zaman kaybı bir taraftan kabul ediyorum. Ama bir sürü teknisyen var onlar hazırlayabilir. Neyse konumuz bu değil, fazla uzaklaştım. :) Ewa ya dönersek ben gittikten sonra projede devam edecek, benim yerime yetiştirmeye çalışıyorum ama gel gör ki hücrem üremiyor. (Yine kontamine oldu, çok çok üzüldüm, göremiycem sonucunu böyle giderse). Ewa'yla hücreyi beklerken başka alanda çalışıyoruz. Toksin analizi yapıyoruz ama sonuçlarımızı beğenmiyorum. Tavşan kanına ihtiyacımız var. Piyasa da yok. Tavşan kasabına gidip ellerimle kesilen tavşanlardan kan toplayacağım (bu fikiri attığıma pişman mıyım bilmiyorum). Şimdilik sakinim ve yaparım diyorum. Sevimli tavşanları kesilirken görünce aynı şeyleri düşünebilimiyim emin değilim. Bilim için yapacağım yapmalıyım.. :)) 
Bu hafta da ise danışman giderken bir sürü iş analiz verdi gitti. Pazartesi lab toplantısında hepsinin sonucunu görmek istiyor. Sonuç elde etmek için bu haftayı sabah 8 akşam 8 çalıştım. Erken geldiğim günler de bir iki saat uyudum gece okula gittim çalıştım. İki kez gecenin bir vakti okula gidip, ekimi yapıp, sabah kontrol ettiğim bakterinin üremediğini görmek çıldırttı. Cuma günü inat ettim sonuç için ve sonunda başardım (keza haftasonumu feda etmek zorunda kalacaktım). Kendi ilkel yöntemimle kalitatif analizini gerçekleştirdim. Ellerimde fotoğraflarım var hey hey heyyyy ;))) Şimdi onun sonuçlarını toparlamalıyım ve yakışır bir rapor yazmalıyım :))
Sosyal hayat ne alemdeydi peki; Oda arkadaşım Elwira ve erkek arkadaşı Lukaz'la birlikte "Alice in  Wonderland" 'ın vizyona girdiği gün gece seansında bulduk kendimizi. Senaryo az daha orjinal olabilirdi ama güzeldi yine de. Renk çeşitliliğine ise bayıldım.
Sinema dışında boş vaktimi hediye seçmekle geçirdim. Hala tamamlayamadığım hediyeler var. En önemlisi de babama ne alsam!. Bir türlü karar veremiyorum. Aaaa bu arada hayatımda  bir ilk gerçekleştirdim. Topuklu ayakkabımı aldım hemde iki tane. Benim için çok büyük bir adım. Gelinliğin altına bile converse giyersin diyen arkadaşlarımın içleri rahat edebilir. :))) Henüz sokağa çıkma cesaretini bulamadım, öğrenmem lazım yürümesini. ;)) Çok komik ya, daha önceden alışmak lazım mış. Nedir bu heves bendeki! onu da anlamadım.. (İş kadını olcam ya!!) :)))
Diğer bir sosyal aktivitem; Lab arkadaşım Karina ile birlikte şehrin kalite restaurantlarını deniyoruz. Özellikle Michelin rehberine girmişlere bakıyoruz. ;)) Çok paramız olduğundan değil hani, yanlış anlaşılmasın. Oturuyoruz, tatlımızı yiyip kahvemizi içip çıkıyoruz. Restaurantı görmüş ve denemiş oluyoruz böylece :))  Yemek yemeye kalksak bulaşıkhanede kendimizi bulmamız gerekebilir. Bu aktivitemizi sürdürmeye çalışıyoruz. Bu hafta bir cafe tercih ettik, üçüncü mekanımızı bugün yarın gidip test edeceğiz... Pek eğlenceli ve keyifli oluyor. :)))  Fena eleştiriler yapıyoruz, cam kirli, servis kötü, şuydu buydu vs. Michelin'e yazmalıyız diyoruz..
Tatları damadığımızda kalan, Karinanın parmaklarını birleştirip öperek "Raritas "  diyerek lezzeti  tarif etmesi çok hoş oluyor ;)) Bu kelimeye tercüme bulamadım. Karinaya göre ingilizce deki  lezzetli kelimleri hafif kalırmış bu kelimenin anlamında. Raritas olarak kabul ettim gittim. Lezzetin zirvesi ve başlığın anlamı anlaşılmıştır herhalde ;). Yakında bir kelime yada deyim bulacağım. Bunun için ise, biraz daha tatmam, yemem gerekiyor bunlardan ;))  Şimdi de mekan ve lezzetlerden fotolara buyurun... 
Miod Malina'dan Karina ve erkek arkadaşı! (adını unuttum, çok ayıp!)
Yöresel elmalı tart.. ;) Tadına bakmadan önce fotoğrafını çekmeyi unutmuşum (görüntü için üzgünüm).
Wesele'deki elmadan avize..
"Raritas" tiramisu.... tarif edilmez güzellik
 Wesele'den Rynek